Thick past present – II

As I am moving on to a new chapter (Pina’s), I have been sifting through my daily freewrites of the past two years to collect the breadcrumbs of my thinking. These “ventilations,” as the academic self-help jargon calls it, capture anything that I have been thinking about performance, dramaturgy, writing, research process, anxieties… The one below is unrelated to dissertation cases, but it moved me so much with its dramaturgical composition–Christiane Jatahy’s Ithaca (Our Odyssey 1). It is perhaps distantly related to materiality question and connects to my research in that way. In any case, I remember wanting to start a dramaturgy blog back then, that night right after seeing the show. The write-up in Turkish, so I am putting the trailer as a consolation. [I just realize now that the watery aesthetics of Jatahy’s piece might be a distant offshoot of Rolf Borzik’s and Peter Pabst’s deluges on Pina’s stage]

Çapaklarını temizleme gereği duymadan…

16 Kasım 2018 // Gent

Dün biraz ani bir kararla Kristof’un önerdiği Our Odyssey gösterisine gittim, Christiane Jatahy’nin işi. Biz onun bir başka işini Hamburg’da izlemiştik–galiba yine Kristof önermişti de öyle gitmiştik. O iş gibi, bu da savaş sebepli zorunlu göç ile ilgiliydi. Yine öbür iş gibi, bu da kamera-mediated image ve görünürlük ile oynuyor; yine seyirciyle olan ilişkisini materyal düzeyde kuruyor ikramlarla. (Hamburg’da nane çayı, burada yerfıstığı ve su). Yine, biraz belgesel bir şekilde, gerçek insanların söylemlerini kullanıyor, Hamburg’da doğrudan söyleşi yaparak, burada ise 3 göçmenin günlüklerinden alıntılarla. Ama bu işin elbette metinsel ağı daha geniş, Homeros’tan alıp, Odyssey’in bir sürü güncel versiyonunu da için içine katıyor, Margaret Atwood ve birkaç kişi daha (programda yazıyor isimleri, şimdi bakamadım). Bu çok daha staged bir iş, acting ve scenography ve dramaturgy çok daha kompleks ve teatral. Diğeri bir konteynırda geçen bir söyleşi gibiydi. Almanca olduğu için çok da vakıf değildim neler olup bittiğine. Ama belki iki işin arasındaki bir başka ortaklık bu çokdillilikler ve yabancılık olabilir.

Bu işi kendi özelinde incelemek lazım aslında. Seyirciyi ikiye bölerek alıyor salona, bir yarısı Odysseus ve Calypso, diğer yarısı Penelope tarafını görüyor hikayenin. Sonra yer değiştiriyoruz, aynı akış bir kez daha oynanıyor (öte yandan sızan seslerden anlıyoruz bunu, bir de ipli perdeden sızan silüetlerden). Zaman zaman bir sahnenin oyuncuları bizim olduğumuz tarafa geçiyor, bizim tarafımızda akan sahneye uyan şeyler yapıp geri gidiyorlar. Iki adanın ortaklığını, genellikle de şiddetli jestlerden oluşan bu gel-gitleri anlıyoruz böylece. Bir yerin tecavüzü, kavgası, bir diğer yerinkinden çok farklı değil, dercesine. Ama ikinci akıştaki en önemli fark, gitgide artan ıslaklık. Iki sahnenin arasında, oyuncuların bir nevi geçiş alanı-kulis olarak kullandığı boşluktan başlayarak, gitgide ıslanıyor sahne. Su ile ilgili bir şeyler döndüğünü zaten çok başından anlıyoruz, sürahilerce su, devamlı kadeh kaldrılarak içilen sular, bardaklara dökülürken etrafa saçılan sular, Calypso’nun şarıl şarıl sahneye fırlattığı sular ilk nüvelerini veriyor. Sonra Calypso’nun yıkanışı, perdelerin arasında. Sahne artık iyice suya battığında, akvaryum, kağıt gemi, yağmur gibi öğeler de suya dair bir metafor haritasını genişletiyor iyice. Göçmenlerin günlüklerinde de delik botlar, tuzlu suda çırpınmalar, yağmurda saatlerce koşmalar. Aktörlerin sırılsıklam ıslanışı, sularda yatışı, bunun izlerken senin bedenine yaşattığı bir ürperme var.

Oyundaki şiddet beni çok etkiledi. Bedenlerin şiddeti tutuşu, uygulayışı, veya bekleyişindeki gerginlik, anilik. Bunu bir aktör olarak nasıl çalışırsın? Yani stage fight koreografisi olarak söylemiyorum. “Her an her şey olabilir” gibi bir duuyguyla bedenin gerilimle aşırı ajite ama bir yandan da sanki bir şey olmuyormuş gibi hareketsiz olması. Tam tarif edemiyorum bunu. Kaslarımın gerildiğini hissettim, yoruldum, erkeklerin tümüne karşı aşırı bir itilme hissettim. Fiziksel şiddetin gendered bir şey olduğunu da hissettirdi bu. Üç kadının sarıldığı sahne.

Işık tasarımı. Muhteşemdi. Müzik seçimleri, harikaydı. En sonunda kameraların yüze close up yaptıkları ikili sahne, ipli perdenin inişi ve projeksiyondaki yüzü bir scanner gibi tarayışı. O an çok görkemliydi. Keza kameranın aslında her kullanımı çok iyiydi. Bir yandan war photography gibi pornografik bir yere gitti bilerek (özellikle de oyuncuların kameraları oynatışını izlemenin kendisi), bir yandan da gerçekten seyirci koltuğundan görülemeyecek çarpıcılıkta imgeler kurdu (ki aslında bir öncekiyle ilişkili bu da). Sinematografik açılardı ama (hoş habercilikte de artık bunlar kullanılıyordur), documentary/newsfeed estetiğinden çok, sinematik bir estetikti. 

Portekizce, fransızca. Portekizcenin yabansılığı. Bizim dilimizi konuş diye bağıran adam, ve onun Ortadoğulu yüzü.

“you can’t teach me anything behind a wall”

Bence bu iş, tam da binyıllık mitolojiler veya kurgusal bir dünyanın içine bu günlüklerden parçaları koyarak, daha efektif bir şekilde sunuyor sunmak istediğini. Derimizin altına daha çok işliyor. Nedense, “gerçek, sadece gerçek” olanı aynı kuvvetle algılayamıyoruz. Belki gerçeklik çokkatmanlı, neredeyse dağınık, ve özdeşleşilemeyecek kadar sıradan/uzak insanlardan oluştuğu içindir. Mitik hikayeler her şeyi sadeleştirir, bir duyguya/hisse odaklanır, hikayedeki insanlarsa kahraman olduklarından değil de, bir tür basitleşmiş form olduklarından, bir sembol olarak iş gördüklerinden dolayı, içselleştirilebilir hale gelirler. Işte bu basit makinanın içine gerçeği sızdırıyor Jahaty (ki burada su sızıntısı da su metaforunun uzantısı gibi… veya sahneler arasındaki sızıntı da öyle). Suriye’ye Brezilya’yı sızdırıyor okyanusları aştırarak. Hamburg’daki konteynırda haberci bir söyleşinin, bir gerçek hikayenin içine, bizim seyirciliğimizi sızdırıyordu sonunda. Ama bu kadar kemiklerimizde hissetmiyorduk işte (veya ben hissedemedim, ama dil engeli de var). Teatral makineye çok kızabiliriz, onu ilüzyon yaratıcısı olarak düşünebiliriz, ideolojik bulabiliriz. Öyle. Ama bazı gerçekliklerin, bazı güncel trajedilerin anlaşılma ihtiyacı da, belki ancak böyle bir makineyle karşılanabiliyor. Belki bu makine, haber makinesinden daha dürüst bir şekilde kendi kurgusallığını kabul edip, senin “her an her şeye ve bu yüzden hiçbir şeye” odaklanma halini biraz tedavi ediyor, gerçekliği hikayeye sarmalayıp seni de duygularınla bunun içine katarak. “Bak onlar neler yaşıyor, hayal et! Vicdan yap!” gibi bir şekilde değil de, analojiyle belki. Hayal/tahmin etmekle analoji kurmak sanırım farklı şeyler. Aslında belki kadının iki işi, bu iki farklı eylemlerle oynuyor.

Leave a Comment